Uyandı... Göremiyordu bir süredir. Ne zaman kendini sıkıp yakalamaya çalışsa ayrıntıları, bulanık bir manzaradan başka hiç bir şey olmuyordu gözlerindeki... Alışkındı aslında bu geçici körlüklere. Keşke böyle zamanlar için de üretilmiş bir gözlük olabilseydi, her şey ne kadar da kolay olurdu o zaman. Güldü aklından geçenlere.
Güneşli bir Cumartesiydi. Yürümeliydi... Yürürken düşünmeli, düşünürken de koşmalıydı kendine. Hazırlandı hemen. Koyu yeşil askılı bir elbise ve çok sevdiği ipli, kahverengi sandaletleri. Toplamak istemedi saçlarını hiç, rüzgarın ılık ılık kafasını okşamasını seviyordu. Artık çıkabilirdi.
İstiklal Caddesi'ni tercih etti gitmek için. Her tarzı, her ırkı barındırıyordu burası çünkü. Farklılığın fazla olması zihnini açık tutmasına yardımcı oluyordu bir nebze. İster istemez etrafını izleyecek ve yine ister istemez kısa sürelik bir farkındalık yaşayabilecekti.
İşte gelmişti bile. Baktı etrafına. Gülen insanlar, sinirli insanlar, boş bakan insanlar, duvarın kenarında oturmuş bir çocuk, üzgün insanlar, düşünceli insanlar, sokak köpekleri... Kafasını tekrar çevirdi birden. Duvarın kenarında oturmuş bir çocuk... Netleşmeye başladı renkler yavaş yavaş. Parçalanmış terlikler, kirli siyah kısa pantolon, üzerinde beyaz kısa kollu bir buluz, omza uzanan siyah kıvırcık saçlar, alev gibi bakışlar. Alev gibi... İçini yakan ateşin acımsı kokusu geldi burnuna bir an. Yürüdü duvara doğru. Eğildi dizlerinin üzerinde. Gülümsüyordu küçücük bir ağız...Gülümsedi o da. Konuşmadılar hiç.
Güneşi tutmuş küçücük parmakların yanaklarındaki aksiydi söylemedikleri. Bir de dudaklarındaki tuzun tadı...
Tuttu minik elleri, konuştu sonra:
“Küçücük ellerinde umutlarım, umutlarım küçük ellerine..."
Sadece tek bir cümle...
Koştu kendine doğru sonra...